Postempresyonizm (İleri İzlenimcilik) Nedir, Ne Demektir?
İleri izlenimcilik akımı, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da izlenimcilik akımına tepki olarak ortaya çıkmıştır. İleri izlenimci sanatçılar, sanat yaşamlarına izlenimcilikle başlamış ancak bu akımın sınırlarını aşmayı ve resimlerinde özgün anlatıma ulaşmayı amaçlamışlardır. İzlenimciliğin canlı ve parlak renklerini kullanarak farklı teknik ve bakış açılarıyla çalışmışlardır. İleri izlenimcilik, hem kuramsal düzeyde hem de uygulamada 20. yüzyıl resim sanatına birçok başlangıç noktası sağlamıştır.
İleri izlemcilik terimi, 1910’da İngiliz eleştirmen ve sanat kuramcısı Roger Fry (Racır Fıray)’ın ölen sanatçıların anısına düzenlediği “Manet ve İzlenimcilik Sonrası Ressamları” adlı sergiden sonra kullanılmaya başlanmıştır.
İleri izlenimciler, renk kullanımı açısından izlenimci sayılmalarına rağmen doğa izlenimlerinden hareketle hissettiklerine uygun biçimler oluşturarak izlenimcilerden ayrılmıştır. İzlenimi kullanmak amacını ileri izlenimciler bir araca dönüşmüştür. Bu durum, her sanatçının kendi kişiselliğini ve sanat üslubunu ortaya koyabilmesini sağlamıştır. İleri izlenimci sanatçıların resimlerinde özgün üslupları ve kişisel özellikleri net biçimde hissedilmektedir.
İleri izlenimcilik akımının en tanınan sanatçılarından Cezanne (Sezan,1839-1906), Van Gogh (Goh,1853-1890) ve Gauguin (Gogen, 1848-1903), sanata yaklaşımları ve uyguladıkları yeniliklerle 20. yüzyıl sanatına yön vermişlerdir.
Paul Cezanne da 1862’de dönemin tüm ressamları gibi Paris’te Academie Suisse (Akademi Süs)’e girmiş, Renoir, Pissarro ve Sisley gibi sanatçılarla tanışmıştır. Pissarro ile tanışması, daha önceki melankolik ve dramatik üslubundan uzaklaşmasında etkili olmuştur. Kalın renk katmanları kullanmaktan vazgeçerek hafi f fırça vuruşlarına yönelmiş, pıhtılaşmış gibi görünen yüzeyler kullanmıştır.
1872-1882 yıllarının Cezanne’ın izlenimci dönemi olduğu söylenebilir. “Asılmış Adamın Evi, Kırmızı Koltukta Bayan Cezanne” ve “Maincy Köprüsü” gibi eserleri bu döneme aittir. İzlenimcilerin 1874’te düzenlediği ilk sergiye üç, 1877’dekine ise on yedi tablosuyla katılan Cezanne’ın sanatı, her iki sergide de anlaşılamamış ve sanatçının eserleri alayla karşılanmıştır.
Cezanne, izlenimciliğin kurallarından uzaklaşarak yapıya önem veren bir tarz geliştirmiştir. Eşyalara küp, silindir ve koni olarak bakılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre eşyalar, birer inceleme konusudur. Amacı biçimleri bozmak değil, ulaşmak istediği etkiyi elde edebilmek için biçimlerdeki bazı ayrıntıları kaldırmaktır. Düş gücünden ve gözlemlerinden faydalanmış, desen gücü ile renklerin anlatım duyarlılığını birleştirmiştir. Sanatçının, “Elmalar ve Portakallar, Soğanlı Kompozisyon” gibi natürmortları, bu anlayışla çalıştığı eserlerindendir. Sanatçının eserlerinde kübizme özgü yaklaşımın belirtileri, “Sainte Victoire (Sen Viktori) Dağı, Annecy (Anisi) Gölü, Kara Şato” ve “Bibemuş’taki Kayalar ve Dallar” adlı tablolarında görülmektedir. Klasik perspektif kurallarına pek uymayan Cezanne’ın bu tutumu, sonradan büyük ölçüde etkilediği kübistlere öncülük etmiştir.
Cezanne’ın sanatının son, on yılı “lirik dönem” olarak bilinir. Bu dönemde belirgin bir şekilde lirizme ve daha özgür fırça vuruşlarına yönelerek gösterişli ve cesur eserler vermiştir. Yaşamı boyunca eserlerini nadiren sergileyen sanatçı; sakin bir hayat yaşamış, belli başlı birkaç konuda resim yapmayı tercih etmiştir.
Cezanne, izlenimcilerle başladığı sanatında yeni ifade biçimlerine ulaşmış; sanatı farklı yönlere taşıyarak kendinden sonra gelen sanatçılara yeni kapılar açmış, ileri izlenimciliğin en büyük ustası olmuştur. 20. yüzyıl modernistlerine göre Cezanne, “modern resmin babası” sayılmaktadır.
İleri izlenimci sanatçılardan biri olan Vincent Van Gogh’un, sanatı ve hayatıyla ilgili bilgiler, kendisinden dört yaş küçük kardeşi Theo (Teo)’ya yaşamı boyunca yazdığı altı yüz elliden fazla mektuptan anlaşılmaktadır. Van Gogh, 1879’da Belçika’da madenci bölgesi olan Borinage (Borinaj)’a yerleşmiş; buradaki madencilerin kötü yaşam koşullarından etkilenerek çizim yapmaya başlamıştır.1880’de kardeşi Theo’nun tavsiyesine uyarak resimde kariyer yapmaya karar vermiş, sanat eğitimi almak için Brüksel’e gitmiştir. Brüksel Güzel Sanatlar Okuluna başvurduktan sonra vazgeçerek kendi kendini yetiştirmiştir.
Van Gogh, 1881-1883 yıllarında Lahey’de yaşamış, çok sayıda resim yapmış daha sonra Nuenen (Nunın)’daki ailesinin yanına giderek komşularını, tarlada çalışan işçileri, kulübelerinde kumaş dokuyanları resmetmiştir. Burada yaptığı resimlerde doğal, karanlık renkler, basit ve kalın çizgiler kullanmıştır. Van Gogh’un bu dönemine “çileli karanlık gerçekçilik” adı verilmiştir.
1885’te, Paris’te Van Gogh’un resimleri ilgi çekmeye başlayınca 1886’da Paris’e gitmiştir. Bir süre ressam Fernand Cormon (Fernon Kormon)’un atölyesinde çalışmış ve burada öğrenci olan Emile Bernard (Emil Bernar) ve Henri de Toulouse Lautrec (Anri dö Tulus Lötrek) ile arkadaş olmuştur.
Japon sanatı, Paris sanat ortamında büyük ilgi görürken Van Gogh’u da etkilemiştir. Japonların renkli ahşap baskılarından etütler yapmıştır. Bu sırada Paris’te, izlenimcilik ve henüz başlamakta olan yeni izlenimcilik akımı hâkimdir. Kardeşi Theo, müdürlük yaptığı sanat galerisinde izlenimci ressamların eserlerini satarak bu akımın sanatçılarını desteklemiştir. Burada Monet, Sisley, Degas ve Camille Pissarro ile tanışan Van Gogh, izlenimci sanatçıların eserlerini ışıltılı fakat biraz da yüzeysel bulmuştur. 1887’de Danimarka’dan Paris’e yeni gelen ressam Paul Gauguin (Pol Gogen) ile tanışmıştır.
1888’de Paris’ten ayrılarak Güney Fransa’daki Arles kasabasına, sanat kolonisi kurma hayalleriyle yerleşmiştir. “Ayçiçekleri” adıyla bilinen bir dizi resmini ve “Teras Kafe” adlı eserlerini burada yapmıştır. Paris’te geçirdiği iki yıl boyunca, yaklaşık iki yüz resim yapan Van Gogh’un burada yaptığı manzara resimlerinden üçü, Paris Bağımsız Ressamlar Topluluğunun o yılki sergisinde yer almıştır. Gauguin’i de Arles’e davet eden Van Gogh, onunla değişik resim teknikleri ve anlayışları üzerine uzun tartışmalar yapmıştır. İki ressamın da dengesiz duygusal yapısı nedeniyle giderek kızışan resim tartışmaları, Van Gogh’un, sinir krizi geçirerek bir kulağını kesmesiyle sonuçlanmış; bu durumdan ürken Gauguin ise Arles’ten ayrılmıştır. Van Gogh, depresyon ve krizler yaşamaya devam etmiş, bir dönem akıl hastanesinde yatmıştır.
Kaynak: Çağdaş Dünya Sanatı, MEB, 2012.